İnsanların doğuştan boş bir zihinle dünyaya geldiğini savunan John Locke gibiyim. Zaman içinde kurduğumuz ilişkiler, davranışlarımızın temelini oluşturmaktadır. Saf çıkarcı bir yaratık da olabiliriz, bir iyi niyet elçisi de… Büyüdüğümüz çevre, zaman ile raks ederken ilmik ilmik dokuyor her saniye kişiliğimizi (ya da kişiliksizliğimizi)
“Kişiliği oturmamış”, “kişiliksiz”, “edepsiz”, “ahlaksız” veya biraz ağrınıza gidebilir fakat “şerefsiz” bile diyebiliriz birilerine (veya birilerinize). İçinizdeki hayvanı eğitmemiş de olabilirsiniz, arzularınızı bastırmamış da… Edep yoksunluğunuza herkes de şahit olabilir, hiç kimse de… Ama o edepsizlik sürekli bünyenizde (her gece yatakta sizle / baş başa)
İçinizdeki pisliği, bir süpürge marifetiyle atamadığınıza göre işiniz zor. “Dedikodu”, “çıkar”, “benmerkezcilik” almış başını bulutlarda geziniyor; sesinizi ne “yer” ne “gök” ne de “su” dinliyor. Yarattığınız dünyanın kısacık skeçlerinde figüranı oynarken bile “yalana batıyor paçalarınız” (sıvamayı unutmayın). Dört odacığı pislik içinde olan kalbinizin yansıması, yüzünüzdeki sahte gülüşlerde beliriyor. Hele de gelsin hele, bu sözler yine de size; “bir gün belki hayattan, geçmişteki günlerden, bir teselli ararsın…” diye diye teselli için elinize aldığınız resminiz bile teselli vermeyecek size. Bak o zaman anlarsın!
Kısa yoldan köşeyi dönebilirsiniz, görüşünüzü değiştirebilirsiniz. Rüzgâra karşı kürek çekiyor gibi de görünebilirsiniz. Ama bunlar sizin “gerçeğinizi” değiştirmeyecek. “Hayat kısa, kuşlar uçuyor” diyen şaire inat, kuşların uçmadığını da ispat edebilirim (beyinlerinizle).
Şimdilik bu kadar vesselam; devamı gelir mi bilmem.
Yaradan’a emanetsiniz.